Shadow

Yazıcızâde’nin Muhammediyye’sinden Üç İbretli Olay

        Kişi mal, mülk sahibi olmakta çok hırslı olur, tek gayesi bu mala kavuşmak olursa, hem dünyada, hem de ahirette rezil olur, perişan olur. Olmadık işler gelir başına. Bunun misâlleri sayılamayacak kadar çoktur. Mehmed-i Bican hazretlerinin anlattığı şu hikâyeden -yaşanmış bir olay olup olmaması önemli değil- anlayana çok ibretler, dersler vardır:
 
         Devrin hükümdarı bir gün tebdili kıyafetle teftişe çıkmıştı. Bir demirci dükkânının önünden geçerken demircinin hâli dikkatini çekti. Demirci, örsün başında iken sevinçle kalkıp, körüğün yanına gidiyor, sonra da ağlayarak perişân hâlde geri dönüyordu. Örsün başına gelip körüğe bakınca, tekrar neşesi yerine geliyor, sevinç içinde yine körüğe koşuyor. Fakat, ağlayarak yine geri geliyordu.
 
         Hükümdar, bunun araştırılmasını sonraya bırakıp, veziri ile yoluna devam etti.
 
         Bu defa da bir câminin önünden geçerken müezzinin hâli, sultanın dikkatini çekti.
 
         Müezzin, yerden minâreye bakıp sevinç içinde minâreye tırmanıyor. Nefes nefese, şerefeye ulaşıyor. Fakat, ümitsizlik, perişânlık içinde geri geliyordu. Yere indikten sonra, tekrar minârenin şerefesine bakıyor, o önceki neşe hâli avdet ediyor. Koşarak aynı hızla minâreye çıkıyordu. Şerefeye varınca da bütün ümitleri, hayâlleri yıkılmış olarak geri dönüyordu.
 
         Hükümdar, yoluna devam etti. Bu defa da, üç yol ağzında oturan bir kimsenin hâli dikkatini çekti. Dikkatle baktığında, bu kimsenin âmâ olduğunu anladı. Âmâ, gelen kimsenin ayak seslerini hissettiğinde gelene, “Ne olur, şu bir akçeyi al ve enseme bir okkalı tokat at!” diye yalvarıyordu. Oradan geçenler de, bu kimsenin yalvarmasına dayanamayıp bir akçeyi alıp, adamın isteğini yerine getirip oradan uzaklaşıyorlardı. Hükümdar, bu üç ibretli olayın sırrını öğrenmesi için vezirini görevlendirdi. Vezir, önce demirciden başladı. Demirci başından geçenleri şöyle anlattı:
 
         Seneler önceydi. Bir gün işim çok olduğundan, dükkândan geç ayrılmam gerekiyordu. Bunun için, iki tavuk alıp çırakla eve gönderdim: “Bu akşam eve geç geleceğim, bu tavukları pişirip birini bana gönderin, diğerini de siz yersiniz. Ben yemeğe gelemeyeceğim” diye de haber yolladım.
 
         Akşam namazından sonra, evden pişmiş tavuk geldi. Karnım da çok acıkmıştı. İşi bırakıp, örsün kenarına çömelip, tavuğu yemeğe başladım.Tavuğun sadece bir budu kalmıştı elimde. Bu sırada içeriye sevimli bir kedi girdi. Tam karşıma durup beni seyretmeye başladı. Belli ki benden elimdeki budu istiyordu. Fakat ben oralı olmadım. Çünkü karnım çok açtı. Kedi, acıklı acıklı miyavlamaya başladı.
 
         Bunun üzerine ben kendisini kovalamak istedim. O an hiç beklemediğim bir şey oldu. Kedi cin midir şeytan mıdır dile gelip, “Eğer o budu bana verirsen, emsâlsiz bir hazinenin yerini sana göstereceğim, onunla istediğin kadar tavuk alırsın” dedi. Ben, “Göster, ben de, budu sana vereyim dedim. Kedi, “Şu körüğün yanına bak” dedi. Baktığımda bir de ne göreyim. Renk renk, eşi benzeri olmayan mücevherler…
 
         Karnım doymadığı için, elimdeki buttan da vazgeçemiyordum. “But benim elimde, mücevherler de benim dükkanımda, o zaman niçin aç kalayım?” diye düşündüm. Elime bir sopa parçası alıp, kediyi kovaladım. Oturup elimdeki budu yemeye devam ettim. Gözüm de, körüğün yanındaki hazinede idi. Budu bitirir bitirmez de, yerimden fırladım.
 
         Körüğün yanına vardığımda, baktım, hiçbir şey yok. Acaba yanlış mı gördüm, diyerek, tekrar örsün yanına geldim. Mücevherler ışıl ışıl orada parlıyordu.
 
         Sevinç içinde, oraya koştum. Körüğün yanına varınca, onların yine yok olduğunu görüyordum. İşte o zamandan beri, böyle hazineye kavuşmak için, gidip geliyorum.
 
         Şimdi de, müezzinle âmânın başına gelenleri anlatayım:
 
         Vezir, demircinin sırrını öğrendikten sonra, müezzinin bulunduğu câmiye geldi. Müezzin devamlı minareye çıkıp inmesini şöyle anlattı:
 
         Bir gün, minâreye ezân okumak için çıkmıştım. Baktım şerefede iri, güçlü, çok da sevimli bir kuş var. Yanına yaklaştığımda, beni kaptığı gibi göklere yükseltti. Uzun bir yolculuktan sonra, eşi benzeri olmayan bir yere indirdi.
 
         Bulunduğum yerin, tarifi mümkün olmayan bir güzelliği vardı. Ben etrafın güzelliği ile kendimden geçmiş bir hâldeyken, birileri gelip beni bir saraya götürdü. Hayâl bile edemeyeceğim güzellikte bir saraydı bu. Sarayda beni bir kadın karşıladı.
 
         Kadının güzelliği karşısında hiçbir şeyi görmez oldum. Gözümü kendisinden ayıramıyordum. Kadın, benim bu şaşkınlığımı fark etti. Merakımı gidermek için şu açıklamayı yaptı, “Ben bu ülkenin hükümdarının kızıyım. Evlenmek için seni buraya ben getirttim. Fakat bu arada beklenmedik bir şey oldu. Babam vefât etti. Bu hâldeyken seninle evlenmem uygun olmaz. Birkaç gün bekle, sonra nikâhımızı yapar evleniriz.”
 
         Ben, hemen itiraz ettim, “Olmaz. Ben bekleyemem!” dedim. Kadın, “Ben de arzu ediyorum. Zâten seni buraya bunun için getirttiğimi az önce söyledim. Birkaç gün sabretmeni istiyorum. Sadece birkaç gün.”
 
         Ben bu sözleri anlayıp, muhakeme yapacak durumda değildim. Kadının güzelliği aklımı örtmüştü. Benim düşündüğüm tek şey vardı. Bir an önce ona kavuşmak.
 
         “Olmaz. Ben bekleyemem! ” diye direttim. Bunun üzerine, beni getiren kuşa kızgın bir şekilde emrini verdi: “Al bunu getirdiğin yere bırak gel! Amma da sabırsızmış. Nimete kavuşmanın ilk şartının sabretmek olduğunu bilmeyenden hayır gelmez” dedi.
 
         Ben hatâmı, sabırsızlığımın neticesini anlamış oldum. Fakat iş işten geçmişti.
 
         Perişân bir şekilde, minâreden indim. Evime giderken belki bir ümit, kuş tekrar gelmiştir, diye şerefeye baktım. Bir de ne göreyim, kuş orada değil mi? Hemen koşarak çıktım. Fakat kuş yine kayboldu. Tekrar aşağı indim. Yine kuşu gördüm.
 
         İşte bundan dolayı akşama kadar inip çıkıyorum.
 
         Vezir son olarak üç yol ağzındaki, gözleri kör adamın yanına gitti. Kendine niçin parayla tokat attırdığını sordu. Adam şöyle anlattı: Ben uzun yıllar, kervancı başı görevini yaptım. Bir gün kervanıma, on deve yüklü birisi katıldı.
 
         Yolculuk esnasında, bu yüklerin altın olduğunu anladım. Şeytan kanıma girip, niyetimi bozdurdu. Elime bıçağı alıp, yüklerin sahibinin yanına gittim. Adam benim niyetimi anlamıştı. Canını kurtarmak için, önce yükünün yarısını, sonra tamamını teklif etti. Ben kabûl etmedim.
 
         Adam çâresiz kalıp, bu defa da şu teklifte bulundu: “Beni öldürmezsen, kimseye yapmadığım bir iyiliği sana yaparım. Senin gözüne bir mil çekeyim. Yer altındaki bütün hazineleri görürsün. Zaten ben de bu altınları böyle elde ettim.”
 
         Bu teklif hoşuma gitti. Kabûl ettim. Gözümün birine mili çekti. Artık bütün hazineleri görebiliyordum. Fakat buna da râzı olmadım, daha çok göreyim, daha çok altın toplayayım diye, diğer gözüme de mil çekmesini istedim. Adam dedi ki:”
 
         O zaman hiç göremezsin, gel sen buna râzı ol! Tamah etme!”
 
         Ben ısrar ettim. Bunun üzerine adam, “Benden günâh gitti” deyip, diğer gözüme de mili çekti. Artık dünyam kararmıştı. Bütün hazineleri görüyor, fakat bunun dışında başka bir şey görmüyordum. İşte dünya tamahı, altın hırsı, beni bu hâle getirdi. Kendimi dünyada bu şekilde cezâlandırıyorum. İnşallah Cenâb-ı Hak da bu tövbemi, pişmanlığımı kabûl eder de, ahirette cezâlandırmaz.
 
         Resûlullah Efendimiz ne güzel buyurmuş, “Bir vâdi dolusu altını olan, bir vâdi dolusu daha ister!” (Mehmet Oruç)

Bir cevap yazın