Shadow

Paslı Mızrak

Bana biraz seyrek görün” demişti Resûlüllah.. Dayanılmaz bir acı veriyordu bu ona. Müslüman olduktan sonra O’na görünmemek, O’nu görmemek ne kadar zordu. Yiğitler yiğidi Hamza’yı şehit ettiği gün ne kadar sevinmişti halbuki. Demek ki o sevinç gelecekte büyük bir acının başlangıcıymış. Dünya sevgisi de böyle miydi acaba? Bugünün mutluluğu, zevk ve eğlencesi ahiret hayatının elem ve keder habercisi miydi? Şimdi o Güneşler Güneşinden ayrı geçen günleri, sanki karanlıkta geçen zaman parçalarıydı. Bu kedere dayanılmaz, bu acıya tahammül edilmezdi. Fakat Nebiler Nebîsi “Seni görünce amcam Hamza’yı hatırlarım da sana karşı ister istemez bir burukluk hissedebilirim” demişti. Demek ki daha yıllar boyu bu acıyı sinesinde taşıyacaktı. Hamza şehit düşmüştü, ama asıl yaralanan ve bir ömür boyu bu yarayı sinesinde taşıyacak olan kendisi idi.

 

O’ndan ayrı kalmak ne kadar zordu. Hurma dalları bile hüzünle salınıyor, belki de kendi ağıtına ortak oluyordu. Beyaz bulutlar, her günü için ona biçilmiş yas kefenleriydi. Duaları göklere yükselirken bu kefenlere sarılıyor ve Hakk’a bir tazarrû ve niyaz şeklinde yükseliyordu. Onun kaderi artık ağlamak, ağlamak, yine ağlamaktı. Belki bir gün “bana görünebilirsin” sözünü duyardı o Fem-i Güher-i Nebeviden.. Fakat o gün ne zaman gelecekti? O’nun tatlı ve müşfik bakışları ne zaman sevip okşayacaktı hüzünlü yüzünü?” “Bana görünebilirsin” sözü iki kelimelik bir sözdü ama onun için bir hürriyet beyannâmesi, bir kurtuluş beraatıydı. Kollarındaki esaret pranga ve zincirine dokunacak bir kılıç gibi onu manevî huzura erdirecekti bu İki kelime.

 

“Bana görünebilirsin…” sözünü asla duymadı o. Bir gün.. ikindi güneşi gurûb etti. Beyaz bulutlar, matem rengine büründü. Hurma dalları hicranla titredi, bir ney gibi inledi. Rüzgâr, bir çığlık gibi engin kum okyanusunda mecnun olup dolaştı. Medine’ye bir matem havası, bir inilti ve efgan iklimi çökmüştü. Herkes ağlıyor, ağlıyordu. Bazıları elini bağrına vurup dağlara yürümüştü. Bir kısmı, saçını başını yoluyor ve kendini yerlere atıyordu. Bir kısmı “hayır O ölemez” diye kükrüyordu. Evet, Kâinatın Fahri, iki Cihan Serveri, bir güneş gibi dünya ufkunda batıp, âhiret ufkunda doğmuştu. Toprak o güzel endamı bağrına almıştı. Ahiret biraz da bize ışık saçsın, biraz da bizi nurlandırsın diye O’nu yıllar yılı intizar ediyordu zaten. Artık kavuşmuşlardı Gül ü Rana’ya, kavuşmuşlardı bir zerresi cihana bedel olana.

 

Fakat ya, “bana görünebilirsin” sözüne hasret yaşayan ne yapsındı şimdi? O’nun bir tek tebessümünü yakalayamamış mukassi gönül, hüzünlü yürek ne yapsındı? Acıların, ızdırapların deryasında yalnız başına kalmıştı işte. Bir ümit diye beklediği kapılar da kapanmış ve sürgülenmişti gayrı. Artık ona merhem sürecek tabip, o acıyı dindirecek, neşter vuracak doktor gitmişti.

 

Bundan böyle rüyalarında arıyordu O’nun tebessümünü. Bir kere olsun “bana görünebilirsin” dese, rüyalarda bile olsa rûhu gül gülistan olacaktı. Teselli pınarı kurumuş kalbiyle ağlamaklı geçiyordu günleri. Ecel gelip kapısını çalacağı ana kadar da gözlerindeki bu hüzünlü katreler dinmeyecek ve dâima yanaklarını sulayacaktı.

 

Ah, esef ve üzüntüyle geçen yıllar ne kadar da acımasız ve zalim oluyor! Her ânı iğneli fıçı içinde geçen yıllar ne kadar dayanılmaz bir keder seli gibi insanı alıp o korkunç hüzün okyanuslarının bağrına atıveriyor! Bir bahane sandalı, yahut vesile parçası olsa da kurtulsa insan, bu dalgaları çeneye kadar gelip duran ve onu boğmak için yükselen hüzün okyanusundan. Küçük bir bahane. Fakat bu kadarcığı bile ele ya geçer, ya geçmez!

 

Aşk ve sevda yolunda kayaları parçalayacak bir efganı vardı içinde. Vuslata giden yola gerilmiş nice badireleri bir anda tar u mar edecek bir nefesi vardı rûhunda ama, ah bir bahane ışığı, bir vesîle tebessümü çaksaydı ufkunda. O zaman koyacaktı başını toprağa ve gökleri lerzeye getirecek olan yıllarca içinde biriktirdiği tazarrûyu bir anda yanık bir Mecnun seranatı şeklinde Arş-ı âlâya gönderecek, yükseltecek ve naralarla, çığlıklarla, enînlerle, efganlarla, figanlarla ağlayıp inleyecekti.

 

O günlerde Yemâme savaşına çağrı başlamıştı. Yalancı peygamber Müseylemetü’l-Kezzab ve ordusuyla yapılacak bir savaştı bu. Kezzab. Kur’ân’ın muallâ surelerine karşı nazirelere kalkarak kendini peygamber ilân etmişti. Halbuki elindeki bir parça belâgatı bu yolda harcamasaydı, belki de iyi bir şâir olarak şiirleri İslâm âleminde sevilerek okunurdu. Fakat kendi kendini rezil edecek ve insanların alay konusu olacak bir seviyeye düşmüştü şimdi.

 

O da hazırlanıyordu savaşa. “Belki orada bir vesile bulurum” diyordu ebedî kurtuluşa. Savaş, yunup yıkanma, temizlenip, rûh saffetine ulaşmanın yegâne ve biricik vesilesi değil miydi? Bir zamanlar onu kapkara renge boyamış, alnına kara bir leke çalmış olan Uhud da bir savaştı ama, o Müslümanları arındırmış, tertemiz eyleyip ircıî’ sırrına erdirmişti.. Artık o da bir Müslümandı ve savaştan beklediği yegâne şey, Resûl-ü Ekrem’in tebessümünü yakalayabilmek için kana boyanıp, yine vücudundan akan kanla yunup yıkanmaktı. Artık ölümü kovalama zamanı gelmişti. Ah onu bir yakalayabilseydi. Bir kılıç darbesiyle mânâ âlemine kanatlanabilseydi… Fakat ondan önce yapacağı bir şey vardı. Yalancı peygamber Müseyleme’yi kollamak ve fırsatını bulunca da onu kâfir yüreğinden mıhlamak..

 

Büyük bir ordu hazırlanıp Yemâme’ye doğru yola çıktı. Meşakkatli bir yolculuktan sonra savaş meydanına varan İslâm ordusu, Müseyleme’nin tam teçhiz edilmiş askerleriyle karşılaştı. Hiç vakit kaybetmeden iki ordu birbirine girdi. Savaş pek amansız geçiyordu. Çığlık çığlığa kaçışan fakat ölümden kurtulamayan müşrikler.. Müminlerin keskin kılıçlarının parıltılarından titreyip amana gelenler!.. Bunun yanında yiğitçe ölen Müslümanlar! Şehâdet kovalayıp bir türlü ölümün kollarına kavuşamayan heybetli ve cesaretli yiğitler, bu savaşın ne çetin ve gazâ yüklü olduğunun en belirgin ifadesiydi.

 

İşte, ordunun içinde en kederli kişi de gelmişti Yemâme’ye. Elindeki paslı mızrağını yıllar önce Hz. Hamza’nın kasığından çekip almıştı. Ne kahir bir dosttu o. Elinde tutarken Uhud gününün bütün ızdırabı gelip bir cehennem ateşi gibi o mızrağın gövdesinden eline ulaşıyor, sonra bir yılan gibi hızla yürüyüp onun kederli yüreğini zehirli nefesiyle kavuruyordu. Ne yakıcı bir yadigârdı o..

 

Şimdi elinde ucu paslanmış bu mızrakla öteye beriye koşuyordu savaş meydanında. Birkaç kılıç darbesinden kendini kurtarmıştı. Bir sîne arıyordu o paslı mızrağa.

 

Hazret-i Hamza’nın zıt kutbunda küfrüyle ortalığı karıştıran bir sîne.. Buna sîne demek de pek doğru değildi hani. Bir paslı yürek arıyordu, küflü bir kalb arıyordu, paslı mızrak tam kendine uygun yuvasını bulsun diye…

 

Bir ara bir sahabînin sesi duyuldu. Sahabi eliyle işaret ederek “İşte Allah düşmanı, işte Kur’ân’a nazire yapmaya kalkan kezzab, kendini peygamber İlân eden müflis işte!” diyerek Müseyleme’yi gösteriyordu. O hemen döndü ve baktı işaret edilen yöne. Zırhlar içinde kendini emniyette zanneden bu Allah düşmanı, bu yalancı olduğu kadar da korkak ve sahtekâr, panik içinde kaçmaya çalışıyordu. Elindeki mızrağı dengeledi. Paslı temren şimdi Kezzâb’ın yönüne çevrilmişti. Sivri uç, sanki bir an önce zırhı delerek geçip, pas yuvasına ulaşmak için can atıyordu. Yılların ızdırabı ile kan ağlayan yürekten, koluna can geldi. Kolunu kaldırdı. Mızrak şimdi hedefe uçmak için bekleyen bir ebabil kuşu gibiydi… Büyük bir hızla savurdu onu.. Havada ıslık çalarak giden mızrak hedefe indiğinde kızıl bir volkan fışkırdı Kezzâb’ın sinesinden. Artık ateşini söndürecek ve içine huzur meltemleri estirecek bir kirli kandı fışkıran..

 

Atından kızgın kumların üzerine düşüp son nefesini böğürür gibi bir ses çıkararak veren Müseyleme’nin ölümünden sonra o, dizlerinde derman kesilmiş bir şekilde iki büklüm oldu. Bir kutlu vesilenin şafağına doğru eğilip başını secdeye koydu ve şöyle inledi: “Artık sana görünebilir miyim Ya Resulallah, huzuruna çıkabilir miyim? Bir zamanlar müslümanların en azizini şehit ettim. Şimdi kâfirlerin en şerlisini öldürdüm; artık sana görünebilir miyim?”

 

Af kapıları açıldı mı, açılmadı mı bilinmez. Resulûllah ona mânâ âleminden “gel, bana görünebilirsin” dedi mi demedi mi, kimse bir şey diyemez. Fakat bilinen bir şey var. Bu iniltili efgân, İslâm alimlerince Hulefa-i Raşidîn’in beşincisi kabul edilen Ömer bin Abdülaziz’in bile onun atının burnunda ancak bir toz olabileceği bir Zat’ın yakarışıydı..Bir sahabînin yakarışı!..

 

Bir cevap yazın