Shadow

Habbab’ın Aşkı

Hazreti Peygamberimiz İslâmı tebliğle emrolunduğu zaman, birçok. padişahlara, sultanlara, şahlara mektup yazıp îmana davet ediyor, elçiler gönderip fikirlerini soruyordu. O zaman birçok hükümdarlar, bu mektuba müsbet cevap verip Peygamber Efendimize hediyeler göndererek memnuniyetlerini izhar ederlerken, birçokları da ya gelen elçiyi öldürüyor, yahut birçok eza ve cefa ettikten sonra elindeki mektubu yırtarak elçiyi eli boş gerisin geriye gönderiyordu. Bunlardan İran Şahı Peygamber Efendimizin mübarek mektubunu yırttığı gibi gelen elçiyi de öldürtmüştü. Fakat Cenab-ı Allah da onun cezasını bizzat kendi oğlu vasıtası ile verdi. Oğlu babasını tahtından indirdikten sonra onun cesedini o parçalanan mektup gibi parça parça ettirdi. Kendisine mektup gönderilen Rum Hükümdarı Herakliyus ve Mısır Hükümdarı Mukavkis ise gelen mektuba karşılık hediyeler göndermişler, fakat İslâmiyeti kabul edemeyeceklerini bildirmişlerdi;  Bunlardan kendisine mektup gönderilen Arap kabile Reislerinden Habbab isminde birisi daha vardı ki, kendisine mektup getiren elçiyi hayli hırpaladıktan sonra serbest bıraktı. Önünde duran mektubu da eline bile almak tenezzülünde bulunmadan adamlarına:   Kaldırın, şunu önümden, atın. vurun yere!, diye emir verdi.  Mektubu derhal sultanın önünden aldılar, fakat yırtıp atmadılar. Diğer evrakla beraber onu da sarayın hazinesinde bir sandığa koydular.  Bu küstah, kendini bilmez sultanın, Habbab isminde bir de oğlu vardı. Daha yaşı genç babasının yerine sultan olmaya hazırlanan, ne isterse kendisinden esirgenmeyen, sarayın tek oğlu idi. Birgün sarayın hazinesine girdi. Orada evrakı karıştırırken, sandık içine saklanmış olan mektubu gördü. Büyük bir dikkatle alıp, tekrar okudu. Fakat hayret! Okudukça içinde bir ateş hissediyor, tekrar okuyor:   Bu mektubu buraya neye koymuşlar acaba?… Ne güzel bir mektup bu. Hem Allah elçisi olduğunu bildiriyor, kendi dinine davet ediyor, hem de, dinine girmek isteyenlerden hiç bir şey talep etmediğini bildiriyor… Ne güzel sözler bunlar. Demek bizim tek yaratıcımız var, O’nun da yer yüzünde bir elçisi var!… diye söyleniyordu kendi kendine.  Çünkü Mektub-u Şerifte:   Ey hükümdar! Kendini insanlara Allah olarak taptırma! Senin ve bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a îman et ki, dünya ve ahirette kurtuluşa erişesin. O tapındığınız putlar ve siz cehennemin ateşi olmaktan kurtulun, diye yazılı idi.  Henüz genç yaşta olan Habbab, mektupta ta’rif edildiği üzere orada îman ederek:   Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resulühü, diyerek şehadet getirdi.  Mektubu okuyup îman ettikten sonra, bu halinden babasına bahsetmek istedi ise de, babası onu konuşturmuyor, hemen sözünü keserek:   Oğlum sakın ona aldanma! Sen zevk-ü sefana bak, sen benim yerime geçecek, bu milletin reisi olacaksın. Öyle ne idiği belli olmayan birisine inanırsan kendine yazık edersin, diyerek kendince nasihat ediyordu. ‘  Fakat Habbab’ın kafasına girmiyordu böyle sözler, o bir kere inanmıştı Allah’a ve O’nun Resulüne… Oğlunun dâvasından dönmediğini gören babası, ona bizzat kendisi ceza vermek istedi. Ayakları altına alarak, öldürmeye kasdedercesine dövmeye başladı. Öyle çok dövüyordu ki, elinden vezirleri zor aldılar. Bu kadar yaptığı eziyet yetmiyormuş gibi, bir de cellâtlarına emrederek:   Buna ne işkence yapılmak mümkünse yapın, îmanından dönmez, bizim, yolumuzu kabul etmezse de en sonunda kellesini kesin, diye emretti.  Cellâtlar alıp götürdüler… Öyle işkenceye tâbi tuttular ki, dille ta’rifi mümkün değil. Üç-dört gün kızgın çöllerde su çektirdiler, bir lokma ekmek bile vermiyorlar, ancak bir miktar tuzlu yiyecek veriyorlar, bir damla su içirmiyorlardı:   Ya dininden dönersin, yahut bu işkencelerden sonra senin kelleni keseceğiz, diyorlardı, ama ona hiçbirşey te’sir etmiyor: «La ilahe illallah» diyor başka bir şey demiyordu.  Üç dört gün süren işkenceden sonra, hâlâ dâvasından dönmediğini görünce, artık idamına karar verdiler. Fakat idamı ile görevlendirilen cellâda öyle bir uyku gelmişti ki, ne yaptı ise uykudan kurtulamadı. Habbab ise kalın zincirlerle bağlanmıştı. O anda olmasa bile; yarın mutlaka idam edilecekti. Günlerce aç-susuz bu kadar işkenceye tâbi tutulan, her tarafı kan revan içinde kalan Habbab Hazretleri Allah’tan başka yardım isteyecek kimse bulamıyordu. Ellerini Allah’a açarak şöyle yalvardı:   Ya Rabbi! Halim sana ma’lum, ben sana inandığım, senin Resulün Hazreti Muhammed’e inandığım için bu ezaya tâbi tutuluyorum. Beni bu belâdan ancak sen kurtarırsın. Öleceğime değil, Kâinatın Nur-u Habibin Muhammed Mustafa’yı görmeden bu âlemden gideceğim için hüzünlüyüm. Beni, ismine âşık olduğum Resulüne, bir an önce kavuştur da, ondan sonra ne olursa olsun, Ya Rabbi!, diye yalvarmaya başladı.  Onun, bu hulûsu kalb ile yalvarışı; arş-ı âlâyı titretmişti. Cenab-ı Allah, hemen Cebrail Aleyhisselâmı göndererek, dileğinin yerine getirilmesini temin etmesini emretti. Cebrail Aleyhisselâm, geldi.. Habbab’in bağlı olduğu zincir sanki çürümüş bez parçaları gibi dağılmaya başladı. Zincirden kurtulan Hazreti Habbab, hiçbir şey düşünmeden olduğu haliyle Medine tarafına koşmaya başladı. Öyle gidiyordu ki, sanki rüzgâr esiyordu. Yetmiş konaklık mesafeyi bir gecede aldı.  Yırtılmış elbiseleri, kan çamur içinde kalmış vücudu ile Medine’ye erişti. Fakat nasıl bulacaktı mahbubunu? Medine’nin sokaklarından birinde ağlayarak gezerken Amr bin As (r.a.) Hazretlerini gördü. Amr Hazretleri:   Evlâdım nedir senin bu hâlin? Sen âşık olmuş birisine benziyorsun. Derdini bana anlat ki, açsan sana yemek getireyim, çok perişan bir haldesin. Günlerdir yemek yememiş bir halin var, deyince, genç delikanlı:   Hayır, benim arzuladığım ne yemektir, ne de başka bir dünya malı, diye cevap verince, anladı mübarek; onun Peygamberimize ve O’nun yoluna âşık olduğunu…   Ben Hazreti Muhammed’e îman etmiş bir Müslümanım, sırrını bana söyle kardeşim. Kimseye söylemeyeceğime dair söz veriyorum, deyince Habbab Hazretleri eline sarılarak:   Beni Hazret-i Muhammed’e götür, dedi.  Tam bu esnada Cenab-ı Allah (C.C.) Cebraili göndererek Peygamberimize haber vermiş, uzaklardan bir misafirinin geldiğini ve karşılamasını ta’lim buyurmuştu. Hazreti Peygamberimiz, orada bulunan ashabiyle beraber, Medine sokaklarından huzuruna gelmekte olan Hazreti Habbab’ı karşıladı. Ona sadakatından dolayı iltifatlar etti:   Hoş geldiniz fedakâr oğlum Habbab! diyerek kucakladı, bağrına bastı. ”  Hazreti Habbab, artık bir sahabî olmuştu. Başından geçenleri Server-i Kâinat Efendimize anlattı ve babasının mülkünde esir muamelesi görürken, işkenceye tâbi tutulurken Peygamberimize karşı olan aşkını ifade eden şiirini tekrar Resûlullah’a okumaktan kendini alamadı.

Bir cevap yazın