Shadow

Mahir İz

ATEŞLİ BİR HATİP, FİKİR VE KÜLTÜR ADAMI, GİRİŞİMCİ HOCAMIZ MAHİR İZ

Hocamızın sadık talebelerinin, onun vefatından sonra yayınladıkları “Yılların İzi, Mahir İz” adlı eserinden kendi ifadeleriyle kendisini tanıtan pasajlar nakletmeyi uygun bulduk.

“Bulunduğum Cemiyetlerdeki İlmi Hadiseler: Ankara Sultanisi’ni bitirdikten sonra ilk kısmına muallim olmuştum. Milli mücadelede Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’da 1. Büyük Millet Meclisi’nin açılmasına takaddüm eden aylarda Sultani ve Dâru’l-Muallimîn (Muallim Mektebi) hocalarıyla birlikte “Azm-ı Milli” diye teklif ettiğim isim kabul edilerek kurulan cemiyete ilk olarak girdim. Daha sonra Ankara’da Muallimler Cemiyeti, Dârulfunûn Edebiyat Fakültesi Mezunları Cemiyeti, İstanbul Muallimler Cemiyeti gibi meslek cemiyetleriyle İlim Yayma Cemiyeti’ne intisap ettim. İlim Yayma Cemiyeti’nde müşavere ve ilim heyetinde bulundum…

Sohbetler: Mekteplerde belli bir program ve kitap takibi suretiyle meslek icabı yapılan vazifenin dışında hayatın son devresinde, bilhassa emekli olduktan sonra bildiklerimizden isteyenleri faydalandırmaya, öğrendiklerimize şükran borcu olmak üzere yer yer sohbetler yapmak suretiyle devam ettik. Evlerde on-onbeş kişiyle başlayan bu sohbet toplantıları daha büyük, daha geniş yerlere geçti. Vasati olarak kırk-elli kişi, yani bir sınıf mevcudu olduğu gibi, yüz kişiyi geçtiği zamanlar da oldu. Konuları dinleyiciler getiriyordu. Siyasetten başka her mevzu konuşuluyordu. Edebi, içtimaı, dini ve daha çok ilmi, tahlili bir tarzda devam edip gidiyordu…

Bu sohbetlerimle inanan insanlar için hareket düsturunu şu iki cümlede toplamak istedim: “Üzerimde başkasının hakkı var mı? Yapacağım iş Hakk’ın rızasına uyar mı?” Bu düsturu hayatında tatbike muvaffak olan, mağfiret ve rahmetle müjdelenen zümreye namzetliğini koymuş olur.

İslami İlimler Araştırma Vakfı: Yüksek İslam Enstitüsü’nün kıymetli öğretim üyelerinden ve İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Bölümü mezunu, ilmi tercüme eserleriyle iştihar etmiş Ali Özek Bey’in İlim Yayma Cemiyeti’nin genç ve faâl azalarından hayırperver, ilmi ve maddi hareketlerin heyecanlı önderi, tüccardan Sabri Özpala Bey ile müştereken hazırladıkları vakıf senedi ile ilim ve âlim dostu İlim Yayma Cemiyeti azalarının iştirakiyle kurdukları “İslami İlimler Araştırma Vakfı” öteden beri vird-i zeban ederek özlediğim bir kuruluş olduğu için memnuniyetle kırk sekiz kişilik kurucular arasına katıldım.

Mustafa Runyun, Ali Özek, Emin Saraç, Osman Öztürk, Sabri Özpala ve Salih Tuğ Beylerle birlikte Vakf’ın mütevelli heyetine seçildim. Oldukça dar bir gelirle işe başladık. İlmi hareketlerin serâmedânından olan Sabri Özpala ve İbrahim Bodur Beylerin çok yakın ve sıcak alakaları, ilmi hareketlerin âşıkı Ali Sünnetçioğlu Bey, her emr-i hayrın içinde faâl bulunan Ömer Lutfi Çulha Bey ve müessesini her ilmi hayır cemiyetine açık bulunduran aziz dostumuz Mustafa Doğan Bey kardeşlerimizin gösterdikleri samimi duygu ve alakanın verdiği hız ile işe başladık…

Öteden beri talebe ve yakın arkadaşlarıma “Ahkâmın menşei iyice tetkik edilmeli. İlim ancak araştırma ile elde edilir.” derdim. Bütün bunları meslek adamlarının araştırmaya ehemmiyet vermeleri için yazıyorum ve bunu bir iman vecibesi olarak kabul ediyorum…

Üzerinde durulması gereken bir çok meselel peyderpey tetkik sahasına getirilecektir. Genç araştırıcı ilim adamlarının yetişmesi ancak bu vakıf ile mümkün olacağına şahsen inandığım için, inanmış ilim âşıklarının yakın alakasını canla başla beklemekteyim. Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinin tefsirinde karşılaştığım hususlar böyle bir tetkikin lüzum ve vücubuna beni inandırmıştır.”

Hocamız bu vakıf gibi bir de Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi kurulmasını çok arzu ederdi, bu da gerçekleşti. Bu vakfın ilk faaliyetlerinden olarak hocamızın bu alanda yetiştirdiği Ertuğrul Düzdağ ağabeyi “Mehmet Akif Hakkında Araştırmalar” adıyla 2 ciltlik bir eseri ve Kültür Bakanlığının yayınladığı Safâhatı hazırlamıştır.

Hocamızın ısrarla vurguladığı bir husus da Nihat Sami, Abdulbaki Gölpınarlı gibi kendilerini yetiştirmiş kimselere üniversitelerin doktora unvanı vermesi, böylece başkalarının da bu yola teşvik edilmesi hususuydu. Onun bu arzusu da gerçekleşti. Üniversiteler kanununa bir madde eklenerek, mesela Selçuk Üniversitesi Mehmet Önder ve Feyzi Halıcı’ya doktora unvanı verdi. Hocamız bu gün hayatta olsaydı Beşir Ayvazoğlu, Ali Rıza Karabulut ve Mehmet Çayırdağı gibi araştırıcılara da bu unvanın verilmesini ne kadar isterdi!

Hocamızın vâiz arkadaşlara da bir uyarısı vardı: “Mi’râc ve Kadir geceleri gibi mübârek gecelerde karşınızdaki heybetli cemaate yalnız bu gecelerin faziletlerini anlatmakla yetinmeyiniz. Onlarda iman, ibadet ve ahlâk şuurunu uyandırmaya çalışınız. Ayrıca İslamiyet’in sosyal hayatı nasıl yönlendirdiğini, insanların birlik beraberlik içinde kaynaşmaları için mübarek gecelerin, Cuma ve bayramların büyük bir fırsat olduğunu hatırlayınız ve hatırlatınız”.

Merhum hocamız da sınıfa girerken Mehmet Sofuoğlu hocamızınki gibi adeta bir gümbürtü hissedilirdi. Dersini büyük bir coşkunlukla işlerdi. Merhumun ağır hastalığı sırasında Üsküdar Paşabahçe hastanesinde yattığını haber alıp, iki arkadaş ziyaretine gitmiştik. Bizi görünce galiba hastalığını da tamamen unuttu, aynen sınıfta ders işler gibi heyecanlı bir şekilde konuşmaya, mesajlar vermeye başladı. Yenge hanımın, “hoca sen ne yapıyorsun, doktor sana konuşmayı yasakladı” şeklindeki hatırlatmasına rağmen, bize sınıfta ders işlerken duyduğumuz zevki ve heyecanı yeniden tattırmış oldu. Hocamızın sadık talebeleri vefatından sonra “Yılların İz’i Mahir İz” ve “Din ve Cemiyet” adlı eserlerini yayınlamış oldular. Vefatı: 9 Temmuz 1974. Nur içinde yatsın.

“MİSYONERLER GECE – GÜNDÜZ ÇALIŞIRLARKEN – VAHYİ İLAHİ Mİ BEKLER BİZİM ULEMA”

M. Akif Ersoy

Bugün Dünyada insanlığın hizmetine adanmış pek çok kimseler ve sivil kuruluşlar vardır. Sınır tanımayan doktorlar, bizim AKUT’umuz, Kızılay’ımız dünyanın neresinde bir felaket haberi alsa oraya koşturmaktadırlar.

Öğrencilik yıllarımda okuyup etkisinde kaldığım Fransız doktor Şüveytzer de otuz yaşında felsefe tahsilini bitirdikten sonra, yeniden tıp tahsiline başlamış, kendisi kırk yaşında doktor olmuş, hanımı da hemşire olarak yetişmiş. Fransa’da büyük bir ferah içinde yaşarlarken, birden bire gönül zenginliği arayışı içine girmişler, Afrika’nın iptidaileri arasında küçük bir hastanede hizmet vermeye başlamışlar; her gün cüzzamlı ve türlü tropikal hastaların imdadına koşmuş ve sayısız ıztırapların içinde yaşayan hastaları sağlıklarına kavuşturarak gönül huzuru içinde yaşamışlardır.

Hayata hürmet adıyla yazılan kitapta şu ifadeler yer almaktadır: Dünya onu filozof, müzisyen, yazar, misyoner ve doktor olarak tanır. Altıyüz yerli aileye o bakar. Sabahları saat 6.30 da kalkar, 8.00 de kahvaltı ettikten sonra günün muazzam yüklü vazifelerine başlar. Öğle yemeği ve yarım saat ıstırahat hariç -yüklü vazifelerine başlar- akşam saat 7.00 ye kadar ara vermeksizin çalışır. Kendisi bir tek silah kullanmamıştır. Onun yegane silahları; azmi, inancı, dini ve insanlık sevgisidir.

İşte Akif’imize, başlık yaptığımız beyiti söyleten böyle kimselerdir.

Bir cevap yazın