Shadow

Mahalle Nereye Gitti?

Evlerin soğuması ile sokakların ortadan kalkması aşağı yukarı aynı tarihlere tekabül eder. Evleri ısıtan şey muhabbet üzere bir araya gelmiş, birbirlerinin nefesiyle ısınan insanlardı. Ne zaman ki evler içinde barındırdıklarıyla beraber kapılardan dışarıya doğru akmaya başladı çok geçmeden sokaklar da ıssızlaşıp yalnızlaşıverdi.

Aynı muhitte yaşayan insanların ayak izlerinin birbirine karıştığı ortak kullanım alanlarıydı sokaklar. Otomobillerin kentleri istila etmesiyle birlikte ayak izlerinin yerini tekerlek izleri aldı. Sokaklar birer birer ortadan kalkarak caddeye dönüştüler.

Bir zamanların kenar mahalleleri şimdilerde dev alış merkezleri, gökdelen ve plazaların gölgesi altında eski günlerin hatırasına sığınmaya çalışıyor. Kenar mahallelerin ne kenarı kaldı ne de mahallesi.

Sırasıyla önce mahalle, sonra sokak sonra da mekânın ve meskenin ruhu denilen şey kaybolup gitti. Gecekondusunu kat karşılığı mütaahhite teslim eden adam ya da toplu konutların uzay boşluğuna fırlatılmış kişi neyi kaybettiğinin hâlâ farkında değil.

Semt ve mahallelerin görünmeyen duvarları her zaman hatıralarla donatılırken toplu konut ve sitelerin sunduğu şey ise sadece gider borularından ve bacalardan dışarıya akıtılan zamandan ibarettir.

İstanbul için son zamanlarda sorulabilecek en uygun soru şu olsa gerektir: Bu kentte yapılırken yıkılan nedir?

Çarpık kentleşme mazereti ya da kentsel dönüşüm bahanesiyle müşterek kültür alanları ve yaşam sahaları hızla ortadan kaldırırken kimse mahalle ve mesken ruhunun da yok edildiğini fark etmiyor.

Leğendeki kirli suyla birlikte bebeği de dışarı fırlattığını görememe şaşkınlığıdır bu.

Vakıa şudur ki mahallenin ve kentin yerlisi kim, sakini ve ahalisi kim belli değil.

Mahalle kavramı yerini semtlere bırakmış.

Değişim ve dönüşüm sürecinden “muhit” kelimesi de nasibini aldı.

İnsanın ilişki içerisinde bulunduğu kimseleri ihata eden çevrenin adıdır muhit.

Bugünün kentlerinde neredeyse böyle bir çevreden bahsetmek imkânsız.

Yaşadığı semte emniyet ve emanet gibi iki önemli rabıtayla bağlanan mahalle sakinleri sadece huzur kaynaklı bir sükûnetin değil aynı zamanda en kıymetli varlıklarını bir süreliğine birbirlerinin yanında tutmanın da teminatıydılar.

“İnsan yaşadığı yere benzer” sözünün öylesine rastgele söylenmiş bir söz olmadığını muhite müdrik olduktan sonra anladık.

Muhite müdrik olmak demek sadece topluma eklenmek değil, çok daha önemlisi maşeri şuura sahip olmaktır.

Modern zamanlar bu hususiyeti (maşeri şuuru) tek tip düşünmeyle değiştirerek “ortak akıl”kavramını ihdas etti.

Bakışları farklı cihetlere yönelmiş insanların ortak aklından bahsetmek acaba ne denli mümkündür?

Artık insan mekâna ve zamana değil, zaman ve mekân insana hükmediyor. Hangi mekânın ve zamanın kalıbına oturmuşsanız o şekli alıyorsunuz.

Evlerinizin inşa serüveninde tanık olmak da dâhil sizin hiçbir etkiniz yok.

Mekân belli bir zaman içerisinde size servis ediliyor sadece.

Bu yüzden evlerimiz soğuk. İşte bu sebepten hatıraların yerini tüketilmiş ölü zamanlar almış evlerde. Hangi duvarına baksanız soğuk bir boşluk ya da somurtan bir hiçlik.

Evleri yeniden kültürün döl yatağı haline getirebilmek gerekiyor. Bunun için ne yapmak icap eder? Birkaç maddeyle ifade edelim:

Bir: Önce evlerin içini –yani aileyi- sonra dışını inşa ve imar etmemiz lazımdır. Ne yazık ki mimar, mühendis ve müteahhitlerimiz bir evi tasarlayıp inşa ederken en son akıllarına gelen “burada bir insan oturacak” fikridir. Oysa her şey insanı merkeze alınarak tasarlanması gerekir.

İki; Sokaklar evlerin başka muhitlere açılan koridorlarıdır. Bir bağlantı ve geçiş güzergâhıdır. Buradaki günlük yaşamsal hareketlilik bir tür doğal festival havasını yansıtmalıdır. Sokakları kendisine tutunan kimsesizlere izafeten (sokak çocukları, evsizler vb) metruk mekân olmaktan çıkararak açılışını ve kapanışını birlikte yaptığımız, müşterek bir hayat oyununu sahnelediğimiz platforma dönüştürmeliyiz.

Üç: Mekân hatırlatıcıdır. Dünle irtibatımızı yeniden tesis eder. Hafızalarımızı tazeleyen Süleymaniye ve Sultanahmet Camileri gibi. Şehirlerimizi bayındır kılmak adına yapacağımız şeyler de sahip olduğumuz medeniyetin izlerini sürmelidir. Zira bizi bu medeniyete götürecek ana yollar kapalı olsa da patikalar hâlâ izlerini muhafaza ediyor.

Kentin yasalarına teslim olan insan galiba iki şeyden birini unuttu: Ya hayal kurmayı ya da rüya görmeyi.

Şayet insan hayal kurmayı unuttuysa mutlaka uyuyordur. Uyuyor olması rüya göreceği konusunda ümidimizi artırır ve geçmişe dair görülen her rüyayı hayra yorma zorunluluğu oluşur. Eğer kişi rüya görmeyi unuttuysa geleceği nakış nakış işleyen hayallerin peşindedir. Bunu da hayırlı bir iş kabul etmek gerekir.

Şimdi kafamızı pencereden dışarı uzatarak semtlerin siluetine nazar edip herkesin kurduğu hayalin ya da gördüğü rüyanın yorumunu yapmaya başlayabiliriz.

Kaynak: Buülkegazetesi

Bir cevap yazın