Shadow

Hayat, içinden çıkılamaz bir oyundur

 

“Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. Tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. (Hadid-20)

İnsanoğlu, işittiğine ve tecrübe ettiğine hemen inanır da, gördüğüne inanması bir hayli zaman alır. Dış gerçeklik insanın karşısına türlü şekillerde kılık değiştirerek çıkar. Görüntü ne kadar net olursa olsun, yine de gözlerimize bir türlü inanamayız.

Acaba bu gözümüze güvensizlik mi, yoksa gördüğümüze itimatsızlık mı diye düşünüp kalırız. Aslında ne tek başına gözümüzün payı vardır bu şaşkınlıkta, ne de hiç beklemeksizin önümüze çıkan görüntünün. Bütün mesele, gözümüzün görüntüye artık onu gerçek anlamda göremeyecek biçimde alışıp duyarsızlaşmasıyla alakalı bir durum.

Gözümüz bazen olağan görüntünün dışına çıkarak, nazarlarımızdan kovulan gerçeği geri getirir. İşte bu an, gözlerimize inanamadığımız andır. Bundan sonra yapacağımız şey bellidir: Gözlerimizin görsel yolla bize sunduğu gizemli bilgiye inanmaya çalışmak. Bunu sağlamanın en yaygın yolu: Kendini oyun ve eğlenceye vermekten başka bir şey değildir.

Oyun, dünyaya alışma ve olup biten olaylar arasındaki rabıtayı fark etme evresidir. Doğar doğmaz hayat denilen realiteyle yüz yüze gelseydik, belki de bedenimizin ağırlığını taşımamız mümkün olmayacaktı.

Oyun, kısa süreli de olsa hayatın ciddiyet formunu bozarcasına insanın kendi kurallarını hayatın kurallarına egemen kılmasıdır. Eğlence, gerçeğin yorucu yanını bozup yeniden yaparak dinlendirici hale dönüştürür.

Hayat, oyun olma özelliğini hemen ele vermeyen bir sürecin adıdır. Görüntüye baktığımızda hayat oyuna gelmeyecek kadar dikkatli ve bir o kadar kendini yaşayıp paylaşanlara güven vericidir. Ne zaman ki “yaşamak” dediğimiz şeyin künhüne inip gözümüzün bize gösterdiği işimize gelmeyen bilgiyi özümsediğimizde, hayatın devamlılığı olmayan bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Gerçekten de hayat içerisini heves, arzu ve beklentilerimizle doldurduğumuz bir vehmin adıdır. Yalanına inanmaktan mutlu ve hoşnut olduğumuz bir şeydir dünya.

Ölüm noktasına kadar herkese görmek istediği şekilde görünür. Aslında bu bir şekilde dünyanın oyununa gelmekten başka bir şey değildir.

Ölüm bizi ciddiyete davet ederken, hayat bizi oyuna çağırır, şayet bu davete icabet etmezsek son bir hamleyle cazibe ve hilesiyle oyuna getirir. [Bakınız: Bakara 212, Nisa 77, Al-i İmran 14, Yunus-24]

Oyuna sığmayan ve eğlenceye uyarlayamayacağımız tek gerçek “din” ve “din günü”dür. Çünkü “din” de “din günü” de kurgulanmaz, değiştirilemez ve dönüştürülemez hakikatlerdir.

Uyanık insan, dünyanın “boş”luğuna düşmeden oyununu fark eden kişidir.

“Bırak o dinlerini oyun eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri de sen o (Kur’an) ile (şunu) hatırlat ki, bir kişi, yaptığı işin eline teslim edilmeye görsün, (yoksa) Allah’tan başka onun ne bir dostu, ne de bir yardımcısı olmaz” (En’am -70)

Sanatçı, dünyanın oyununu sezmiş ve bu oyuna karşı oyun geliştirmiş kişidir. Bütün sanat dalları dünyanın geçiciliğine ve yalanına mukabil bir tür savunma geliştirme alanlarıdır. Şair kelimelerle, hikayeci ve romancı kurguyla, ressam “renk”lerle oynar. Ömrünü çevreleyen kurguya karşı oyuncularını ve kurallarını bilip gerektiğinde onlara hükmedebildiği bir oyunun içerisinde yer almaktan mutlu olur. İstenildiği zaman içinden çıkabileceği, mızıklanma gerekçeleri bulmakta zorluk çekmeyeceği bir eğlenceye dahil olur. Yaşamın en heyecanlı yerinde gerçeğin kucağından yere bırakılarak, “meğer hepsi oyun ve yalanmış” şaşkınlığını yaşamak yerine, istenildiğinde bitirilecek bir oyunun içinde yer almak, sanatçı ruhuna sanırım daha bir muvafıktır.

Uyumla uyku arası bir yerde, kendinizle salınmaya ne dersiniz?

Kaynak: milligazete.com

 

Bir cevap yazın